18 Nisan 2007 Çarşamba

Kainatın Yaratılışı

İkinci Mes'ele: ثُمَّ hakkındadır.

Ey arkadaş! Bu âyet, arzın semadan evvel yaratılmış olduğuna delâlet eder ve وَ اْلاَرْضَ بَعْدَ ذلِكَ دَحَيهَا âyeti de semâvâtın arzdan evvel halkedildiğine dâldir. Ve كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا âyeti ise ikisinin bir maddeden beraber halkedilmiş ve sonra birbirinden ayırdedilmiş olduklarını gösteriyor. Şeriatın nakliyatına nazaran, Cenab-ı Hak bir cevhereyi, bir maddeyi yaratmıştır, sonra o maddeye tecelli etmekle bir kısmını buhar, bir kısmını da mayi kılmıştır; sonra mayi kısmı da, tecellisiyle tekâsüf edip زَبَدْ köpük kesilmiştir; sonra arz veya yedi küre-i arziyeyi o köpükten halketmiştir. Bu itibarla herbir arz için hava-i nesimîden bir sema hasıl olmuştur. Sonra o madde-i buhariyeyi bastetmekle yedi kat semavatı tesviye edip yıldızları içine zer'etmiştir ve o yıldızlar tohumuna müştemil olan semavat in'ikad etmiş, vücuda gelmiştir.

Hikmet-i cedidenin nazariyatı ise şu merkezdedir ki: Görmekte olduğumuz manzume-i şemsiye ile tabir edilen güneşle ona bağlı yıldızlar cemaatı, basit bir cevhere imiş; sonra bir nevi' buhara inkılâb etmiştir; sonra o buhardan, mayi-i nârî hasıl olmuştur; sonra o mayi-i nârî bürudet ile tasallüb etmiş yani katılaşmış, sonra şiddet-i hareketiyle bazı büyük parçaları fırlatmıştır. O parçalar tekâsüf ederek seyyarat olmuşlardır; şu arz da onlardan biridir. Bu izahata tevfikan,



sh: » (İ: 188)

şu iki meslek arasında mutabakat hasıl olabilir. Şöyle ki:

"İkisi de birbirine bitişikti, sonra ayrı ettik" manasında olan كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا nın ifadesine nazaran, manzume-i şemsiye ile arz, dest-i kudretin madde-i esîriyeden yoğurmuş olduğu bir hamur şeklinde imiş. Madde-i esîriye, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir. وَ كَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَاءِ âyeti, şu madde-i esîriyeye işarettir ki, Cenab-ı Hakk'ın Arş'ı, su hükmünde olan şu esîr maddesi üzerinde imiş. Esîr maddesi yaratıldıktan sonra, Sâni'in ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani Esîri halkettikten sonra, cevâhir-i ferd'e kalbetmiştir. Sonra bir kısmını kesif kılmıştır ve bu kesif kısımdan, meskûn olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz, bunlardandır. İşte arzın -hepsinden evvel tekâsüf ve tasallüb etmekle acele kabuk bağlayarak uzun zamanlardan beri menşe-i hayat olması itibariyle- hilkat-i teşekkülü semavâtdan evveldir. Fakat arzın bastedilmesiyle nev'-i beşerin taayyüşüne elverişli bir vaziyete geldiği, semavatın tesviye ve tanziminden sonra olduğu cihetle, hilkatı semavattan sonra başlarsa da bidayette, mebde'de ikisi beraber imişler. Binaenalâhâzâ o üç âyetin aralarında bulunan zâhirî muhalefet, bu üç cihetle mutabakata inkılâb eder.

İkinci bir cevab: Ey arkadaş! Kur'an-ı Kerim tarih, coğrafya muallimi değildir. Ancak âlemin nizam ve intizamından bahisle, Sâni'in ma'rifet ve azametini cumhur-u nâsa ders veren mürşid bir kitabdır. Binaenaleyh bunda iki makam vardır:

Birinci Makam: Ni'metleri, ihsanları, merhametleri göstermekle delâil-i zâhiriyeyi beyan etmekten ibarettir. Bu itibarla arz, semavattan evveldir.

İkinci Makam: Azamet, izzet, kudret delillerini gösterir bir makamdır. Bu cihetle semavat, arzdan evveldir.

ثُمَّ mâba'dinin mâkablinden bir zaman sonra vücuda geldiğine delalet eder ki, buna "terâhi" denilir. Demek burada arz ile semavat arasında bir uzaklık vardır. Bu uzaklık, arz'ın semavattan evvel halkedildiğine göre zâtîdir. Aksi halde rütebî ve tefekkürîdir. Yani semavatın hilkati birinci ise de, tefekkürce rütbesi ikincidir; arzın hilkati ikinci ise de, tefekkürü birincidir. Yani evvelâ arzın tefekkürü, sonra semavatın



sh: » (İ: 189)

tefekkürü lâzımdır. Buna göre ثُمَّ ile اِسْتَوَى arasında اِعْلَمُوا وَ تَفَكَّرُوا mukadderdir. Takdir-i kelâm: ثُمَّ اِعْلَمُوا وَ تَفَكَّرُوا اَنَّهُ اسْتَوَى ilââhirdir.

Üçüncü Mes'ele: سَبْعَ kelimesi hakkındadır.

Ey arkadaş! Semavatın dokuz tabakadan ibaret olduğu, eski hikmetin hurafelerinden biridir. Onların o hurafevari fikirleri, efkâr-ı âmmeyi istilâ etmişti. Hattâ bazı müfessirler, bazı âyetlerin zâhirini onların mezheblerine meylettirmişlerdir. Hikmet-i cedide ise, feza denilen şu boşlukta yalnız yıldızların muallak bir vaziyette durmakta olduklarına kaildir. Bunların mezhebinden, semavatın inkârı çıkıyor. Ve bu iki hikmetin birisi ifrata varmışsa da ötekisi tefritte kalmıştır. Şeriat ise, Cenab-ı Hakk'ın yedi tabakadan ibaret semavatı halketmiş olduğuna hâkimdir ve yıldızların da balık gibi o semalar denizlerinde yüzmekte olduklarına kaildir. Hadîs ise, semanın مَوْجٌ مَكْفُوفٌ den ibaret bulunduğunu emrediyor. Şu hak olan mezhebin, ''Altı Mukaddeme'' ile tahkikatını yapacağız.

Birinci Mukaddeme: Şu geniş boşluğun Esîr ile dolu olduğu, fennen ve hikmeten sabittir.

İkinci Mukaddeme: Ecram-ı ulviyenin kanunlarını rabteden ve ziya ve hararetin emsalini neşr ve nakleden fezayı doldurmuş bir madde mevcuddur.

Üçüncü Mukaddeme: Madde-i Esîriyenin yine Esîr olarak kalmak şartıyla, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülâtı ve ayrı ayrı nevi'leri vardır. Buhar ile su ve buzun teşekkülâtları gibi.

Dördüncü Mukaddeme: Ecram-ı ulviyeye dikkat edilirse, tabakaları arasında muhalefet görünür. Evet, yeni teşekküle ve in'ikada başlamış milyarlarca yıldızlardan ibaret Kehkeşan ile anılan tabaka-i Esîriye, sabit yıldızların tabakasına muhaliftir. Bu da manzume-i şemsiyenin tabakasına ve hâkeza.. yedi tabakaya kadar birbirine muhalif tabakalar vardır.

Beşinci Mukaddeme: Araştırmalar neticesinde sâbit olmuştur ki: Bir maddede teşkil, tanzim, tesviyeler vâki olursa, birbirine muhalif



sh: » (İ: 190)

tabakalar husule gelir. Bir madenden kül, kömür, elmas meydana gelir; ateşten alev, duman husule gelir. Müvellidülmâ ile Müvellidülhumuzanın imtizacından su, buz, buhar tevellüd eder.

Altıncı Mukaddeme: Şu müteaddid emarelerden anlaşıldı ki; semavat müteaddiddir, şeriat sahibi de yedidir demiştir, öyle ise yedidir. Maahaza yedi, yetmiş, yediyüz sayıları arab üslûblarında kesret için kullanılır.

Arkadaş! Pek geniş bulunan Kur'an-ı Kerim'in hitablarına, manalarına, işaretlerine dikkat edilmekle bir âmiden tut bir veliye kadar bütün tabakat-ı nâsa ve umum efkâr-ı âmmeye olan müraatları, okşamaları fevkalâde hayrete, taaccübe mûcibdir. Meselâ: سَبْعَ سَموَاتٍ kelimesinden bazı insanlar hava-i nesîmiyenin tabakalarını fehmetmiştir. Öbür bazı da, arzımız ile arkadaşları olan hayatdar küreleri ihata eden nesîmî küreleri fehmetmiştir. Bir kısım da, seyyarat-ı seb'ayı fehmetmiştir. Bir kısmı da, manzume-i şemsiye içinde Esîrin yedi tabakasını fehmetmiştir. Bir kısım da, şu bildiğimiz manzume-i şemsiye ile beraber altı tane daha manzume-i şemsiyeyi fehmetmiştir. Bir kısmı da esîrin teşekkülâtı yedi tabakaya inkısam ettiğini fehmetmiştir.

Hülâsa: Herbir kısım insanlar, istidatlarına göre feyz-i Kur'andan hisselerini almışlardır. Evet Kur'an-ı Kerim bütün şu mefhumlara şâmildir diyebiliriz.

Birinci Cümle: هُوَ الَّذِى خَلَقَ لَكُمْ مَا فِى اْلاَرْضِ جَمِيعًا : Bu cümlenin ''Beş Vecih''le mâkabliyle irtibatı vardır:

Birinci Vecih: Evvelki âyet, vücud ve hayat ni'metlerine işarettir. Bu âyet, beka ve bekanın esbab ve levazımatına işarettir.

İkinci Vecih: Kur'an-ı Kerim, vaktâ ki evvelki âyetle beşer için mertebelerin en yükseği olan rücuu isbat etti, sâmiin zihnine şöyle bir sual geldi: ''Şu zelil insanların bu yüksek mertebeye liyakatları nereden gelmiştir?'' Kur'an-ı Kerim bu cümle ile o suali şöylece cevablandırmıştır: ''Bütün dünya dest-i itaat ve teshîrine verilen insanın, elbette Hâlıkının yanında büyük bir mevkii vardır.''

Üçüncü Vecih: Evvelki âyet beşer için haşir ve kıyametin vücuduna işaret etmesi, sâmi'ce güya "Beşerin ne kıymeti vardır ki onun saadeti için kıyamet kopacak?" diye vârid olan sual, bu âyetle: "Arz



sh: » (İ: 191)

bütün müştemilâtıyla istifadesi için yaratılan ve bütün enva' itaat ve emrine verilen insan, netice-i hilkattir. Elbette ve elbette onun saadeti için kıyamet kopacaktır." diye cevablandırılmıştır.

Dördüncü Vecih: Evvelki âyet, kıyamette esbab ve vesaitin ortadan kalkmasıyla, insanın mercii yalnız Cenab-ı Hakk'a münhasır kalacağına işaret etmiştir. Bu âyet ise, dünyada da insanın merci-i hakikîsi Cenab-ı Hakk'a münhasır olduğunu söylüyor. Zira esbab ve vesaitin arkasında, kudretin şuaı görünür; tesir onundur, esbab ise perdedir.

Beşinci Vecih: Evvelki âyet, saadet-i ebediyeye işarettir. Bu âyet de, saadet-i ebediyenin insana verilmesini iktiza eden ve sebeb olan Cenab-ı Hak'tan sebkat etmiş fazl ve in'ama işarettir ki; kendisine arz'ın müştemilâtı ihsan edilmiş insanın elbette saadet-i ebediyeye liyakatı vardır.

ثُمَّ اسْتَوَى اِلَى السَّمَاءِ : Bunun mâkabliyle cihet-i irtibatı dörttür:

Birinci Cihet: Arz ve sema ''tev'em'' yani ikizdirler, birbirinden ayrılmazlar; zikirde, fikirde daima beraber dolaşıyorlar. Bu cümleden evvelki cümlede arz zikredildiği gibi, bu cümlede de sema zikredilmiştir.

İkinci Cihet: Beşerin arzdan istifadesini ikmal ve itmam eden, ancak semâvâtın tanzimidir.

Üçüncü Cihet: Evvelki âyet, ihsan ve fazl delillerine işaret etmiştir. Bu âyet de, kudret ve azamete işaret ediyor.

Dördüncü Cihet: Bu cümle, beşerin istifadesi yalnız arza münhasır olmadığına, sema dahi onun istifadesine teshîr edildiğine işarettir.

فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَموَاتٍ : Bu cümlenin mâkabliyle irtibatı, üç çeşittir:

1- كُنْ ile فَيَكُونُ arasındaki irtibat gibidir. Nasılki memurun husulü كُنْ emrine bağlıdır; semavatın tesviyesi de اِسْتَوى ya bağlıdır.



sh: » (İ: 192)

2- Kudretin taallûkiyla iradenin taallûku arasındaki irtibat gibidir. Yani اِسْتَوى iradenin taallûkuna, اِسْتَوَى de kudretin taallûkûuna benzer bir irtibattır.

3- Netice ile mukaddeme arasında bulunan irtibat gibidir. Çünkü semavatın tesviyesi, mukaddemesi olan اِسْتَوَى ya terettüb eder.

وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ : Bu cümle mâkabliyle iki vecihle merbuttur:

Birinci Vecih: Bu cümledeki ilm-i küllî, semavatın tanzim ve tesviyesine delil olduğu gibi, tanzim ve tesviyenin vücudu da ilm-i küllînin vücuduna delildir.

İkinci Vecih ise: Evvelki cümle kudret-i kâmileye, bu cümle ise küllî ve şümullü ilme delâlet eder.

Cümlelerin nüktelerini beyan edeceğiz:

هُوَالَّذِى ilââhir... Bu cümle, mâkabliyle bağlı değildir. Ancak, müste'nife olup beş sual ile cevablarına işarettir ki, bundan önce beyan edildiğinden tekrarına lüzum yoktur. هُوَالَّذِى deki هُوَ mübtedadır, اَلَّذِى sılasıyla beraber haberdir. Bu cümlede mübteda ile haberin tarifleri tevhide işaret olduğu gibi, hasra da delalet eder. Yani müştemilât-ı arziyenin halkı Cenab-ı Hakk'a münhasır olduğu gibi, Hâlıkı da yalnız Cenab-ı Hak'tır. Bu hasr, ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ cümlesinde اِلَيْهِ nin takdimiyle hasıl olan hasra delildir. Yani müştemilât-ı arziyenin halkı Cenab-ı Hakk'a münhasır olduğu için, kıyamette merciiyet de Cenab-ı Hakk'a münhasırdır. اَلَّذِى sılasıyla beraber haberdir. Haberin aslı ve müstehakkı, nekre olmaktır. Burada ma'rife olarak gelmesi, hükmün zâhir ve malûm olduğuna işarettir. Yani: "Cenab-ı Hakk'ın müştemilât-ı



sh: » (İ: 193)

arziyenin Hâlıkı olduğu malûm ve zâhirdir."

Menfaat için kullanılan لَكُمْ deki (ل), eşyanın hilkaten mübah, helâl, menfaatli olarak yaratılıp, bazı ârızalardan dolayı haram olmuş olduklarına işarettir. Meselâ ağyarın malı, ismet-i şer'iye için haram olmuştur. İnsanın eti, hürmet ve keramet için; zehir, zarar için; lâşe eti, necaset için haram olmuşlardır. Ve keza herbir şeyde bir faide, bir menfaat olduğuna remizdir. Ve keza beşer için herşeyde bir menfaati bulunduğuna remizdir. Evet hangi şey olursa olsun, beşere bir cihetten bir istifadeyi temin eder, velev ibret almak için olsun. Ve keza arz'ın karnında istikbal insanlarını intizar eden pek çok rahmetin hazine ve definelerinin bulunduğuna remizdir. لَكُمْ câr ve mecrurunun مَا فِى اْلاَرْضِ üzerine takdimi beşere ait istifadelerin her gayeden evvel ve evlâ olduğuna işarettir.

Umumu ifade eden مَا herşeyde menfaatleri aramaya insanları tergib ve teşvik içindir.

فِى اْلاَرْضِ daki فِى nin عَلَى ya tercihi, en çok menfaatlerin arzın karnında olduğuna ve arzın karnındaki eşyanın taharrisine insanları teşci' ettiğine işarettir. Ve keza, arzın içindeki maden ve maddelerin istifade-i beşer için yaratılışı, arzın içinde henüz keşfedilemiyen anâsır ve maddelerden -tekâlif-i hayatın zahmetlerinden müstakbelin insanlarını kurtaracak- bazı gıdaî vesaire maddelerin vücudu mümkün olduğuna delâlet eder.

جَمِيعًا : arzdaki bazı eşyanın abes ve faidesiz olduklarına ait evhamı def'etmek içindir.

ثُمَّ اسْتَوَى daki ثُمَّ arzın hilkatıyla semavatın tesviyesi arasındaki Cenab-ı Hakk'ın ef'al ve şuunatının silsilesine işarettir. Ve keza beşere menfaat hususunda, semavatın tesviyesi arzın hilkatinden rütbece



sh: » (İ: 194)

uzak olduğuna delâlet eder. Îcaz ve ihtisar için اَرَادَ اَنْ يُسَوِّى yerinde اِسْتَوَى denilmiştir. اِسْتَوَى kelimesinin istimali, burada mecazdır. Yani, hedefe kasdını hasredip sağa sola bakmayanlar gibi, semavatın tesviyesini irade etmiştir.

اِلَى السَّمَاءِ : Bu semadan maksad, semavatın maddesi olan buhardır.

فَسَوَّيهُنَّ deki (ف) tefrîi ifade ettiğine nazaran, tesviyenin istivaya bağlanması; فَيَكُونُ nün كُنْ emrine veya kudretin taallûku iradenin taallûkuna veya kazanın kadere olan terettüblerine benziyor ve takibi ifade ettiğine göre, mukadder bazı fiillere îmadır. Takdir-i kelâm: نَوَّعَهَا وَ نَظَّمَهَا وَ دَبَّرَ اْلاَمْرَ بَيْنَهَا فَسَوَّيهُنَّ ilââhir...den ibarettir. Yani: "Nevi'lere ayırdı, tanzim etti, aralarında lâzım gelen emirleri, tedbirleri yaptı; sonra yedi tabakaya tesviye etti."

سَوَّى : Yani "Muntazam, müstevî; enva'ı, eczaları mütesavi olarak yarattı."

هُنَّ : Bu zamirin cem'i, semavat olacak maddenin nevi'lere münkasım olduğuna işarettir.

سَبْعَ tabiri, semavat tabakalarının kesretine işarettir ve bu tabakaların teşekkülât-ı arziyenin edvar-ı seb'asıyla sıfât-ı seb'aya münasebetdar olduğuna îmadır.

سَموَاتٍ : Bu semaların bir kısmı, seyyarat balıklarına denizdir; bir kısmı da sabit yıldızlara mezraadır; bir kısmı da sema çiçekleri hükmünde olan "derârî" yıldızlara bahçe ve bostandır.

وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ : Bu (و) atıf içindir. Halbuki burada atfın



sh: » (İ: 195)

tarafeyni arasında münasebet yoktur. Öyle ise, bu münasebeti bulmak için takdire ihtiyaç vardır. Şöyle ki: وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ "Öyle ise, bu büyük ecramın Hâlıkı odur." وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ "Öyle ise o ecramdaki san'atı tanzim, tahkim eden odur."

İlsakı ifade eden بِكُلِّ kelimesindeki (ب ); ilmin, ma'lûmdan infikak ve infisalinin mümkün olmadığına işarettir.

كُلِّ, tâmimi ifade eden bir edattır. Burada ifade ettiği tamimden hiçbir şeyin, hiçbir ferdin tahsisi ve daire-i şümulünden ihracı yoktur. Bu itibarla مَا مِنْ عَامٍ اِلاَّ وَقَدْ خُصَّ مِنهُ الْبَعْضُ olan kaide-i külliyeyi tahsis ediyor. Çünkü kendisi bu kaidenin şümulünden hâriç kalmıştır.

شَيْءٍ : Bu kelime; vâcib, mümkin, mümteni'a şamildir.

عَلِيمٌ : Yani, zâtı ile ilim arasında zarurî, lüzumî sübut vardır.

Hiç yorum yok: