18 Nisan 2007 Çarşamba

Ali Ulvi KURUCU

TARİHÇE-İ HAYAT
--- sh:»(T:5) ¯ --------
¬v[¬&ÅI7!ö¬w´W²&ÅI7!ö¬yÁV7!ö¬v²K¬"ö
­w[¬Q«B²K«9ö¬y¬"ö«:

ÖNSÖZ
(Bu önsöz, Medine-i Münevvere'de bulunan mühim bir âlim tarafından yazılmıştır.)

Büyük İkbâl'e ait olan "Önsöz" de demiştim ki: "Büyüklerin tarih-i hayatları okunurken, ulvî menkıbeler söylenip, aziz hâtıraları anılırken; insan, başka bir âleme girdiğini hissediyor. Gönlünü, tertemiz sevgi hislerinin ulvî ateşi yakıyor ve İlâhî feyzi sarıyor. Tarih öyle büyük insanlar kaydeder ki, birçok büyükler, onlara nisbetle küçük kalır.
Tarihe şerefler veren erler anılırken,
Yükselmede ruh en geniş âlemlere, yerden...
Bin rayihanın feyzi sarar ruhu derinden,
Geçmiş gibi, Cennetteki gül bahçelerinden...
Bu derin hakikatı, "Önsöz'ü" yazarken bütün azamet ve ihtişamiyle idrak etmiş bulunuyorum. Zira, aziz ve muhterem okuyucularımıza en derin bir ihlâs ve samimiyetle takdim ettiğimiz bu eser, hemen bir asra yaklaşan uzun ve bereketli ömrünün her safhası, binlerle harikaya sahne olan gönüller fâtihi büyük Üstad Bediüzzaman Said Nursî'ye, onun yüzotuz parçadan ibaret olan Risale-i Nur Külliyatına; ve ahlâk ve faziletleri, ihlâs ve samimiyetleri, iman ve irfanları ile hayatın her safhasında sadece bir ülkeye değil
--- sh:»(T:6) ¯ ------------------------------------------------------------------------------------------------
bütün insanlık âlemine tertemiz örnekler vermekte devam eden Nur Talebelerine aittir.
Bir kitabın "Mukaddeme" sini, o kitabın hülâsası diye tarif ederler. Halbuki, her mevzuu müstakil bir esere sığmıyacak kadar derin ve geniş olan bu muazzam kitabın muhteviyatını böyle birkaç sahifelik mukaddemeye sığdırmak kabil midir?
Bugüne kadar âcizane yazdığım manzum ve mensur yazılarımın hiçbirisinde bu kadar acz ve hayret içerisinde kalmamıştım. Binaenaleyh, bu eseri derin bir zevk, İlâhî bir neşe ve coşkun bir heyecanla okuyacak olanlar, hayranlıkla görecekler ki; Bediüzzaman, çocukluğundanberi müstesna bir şekilde yetişen ve bütün ömrü boyunca İlâhî tecellilere mazhar olan bambaşka bir âlim ve mümtaz bir şahsiyettir.
Ben, bu büyük zatı, eserlerini ve talebelerini inceden inceye tetkik edip de o nur âleminde hissen, fikren ve ruhen yaşadıktan sonra, büyük ve eski bir Arap şairinin bir beytiyle, çok derin bir hakikatı ifade ettiğini öğrendim. "Bütün âlemi bir şahsiyette toplamak Cenab-ı Hakka zor gelmez..."
* * *
Gayesinin ulviyetinden, davâsının ihtişamından ve îmanının azametinden feyiz ve ilham alan bu kutbun câzibesine takılanların adedi günden güne çoğalmaktadır.
Akıllara hayret veren bu ulvî hadise; münkirleri kahrettiği gibi, mü'minleri de şâd ve mesrur eylemekte devam edip gidiyor.
İmanlı gönüllerde mânevî bir râbıta halinde yaşayan bu İlâhî hadiseyi büyük bir mücahid, kalbleri vecd içinde bırakan bir üslûbla bakınız nasıl ifade ediyor:
"Ahlâksızlık çirkefinin bir tûfan halinde her istikamete taşıp uzanarak her fazileti boğmaya koyulduğu kara günlerde, Onun yâni Bediüzzaman'ın feyzini bir sır gibi kalbden kalbe mukavemeti imkânsız bir hamle halinde intikal eder görmekle teselli buluyoruz... Gecelerimiz çok karardı, ve çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur."
Evet, bir sır gibi kalbden kalbe mukavemeti imkânsız bir halde
--- sh:»(T:7) ¯ -----------------------------------------------------------------------------------------------
yayılıp dağılan bu nurun, memleketin her köşesinde feyiz ve tesirini görenler, hayret ve dehşetler içinde sormaya başladılar: "Şöhreti memleketimizin her tarafını kaplayan bu zat kimdir? Hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi nedir? Tuttuğu yol bir tarikat mı, bir cemiyet mi, yoksa siyasî bir teşekkül müdür?"
Bununla da kalmadı; derhal gerek idarî ve gerek adlî çok mühim takipler ve pek ciddî tetkikler, uzun ve müselsel mahkemeler cereyan etti... Neticede, bu İlâhî tecellinin gönüller ülkesine kurulan bir "İman ve İrfan Müessesesi" nden başka birşey olmadığı tahakkuk edince, adaletin İlâhî bir surette tecellisi şu şekilde zuhur etti: "Bediüzzaman Said Nursî ve bütün Risale-i Nur eserlerinin beraeti" kararı resmen ilân edildi. Ve artık, ruhun maddeye, hakkın bâtıla, nurun zulmete, imanın küfre her zaman galebe çalacağı, ezelden ebede değişmiyecek olan İlâhî kanunların başında gelen bir hakikat olduğu güneşler gibi belirdi.
Herhangi bir iklimde zuhur eden bir ıslahatçının mahiyet ve hakikatını, sadakat ve samimiyetini gösteren en gerçek miyar, davâsını ilâna başladığı ilk günlerle, muzaffer olduğu son günler arasında ferdî ve içtimaî, uzvî ve ruhî hayatında vücuda gelen değişiklik farklarıdır, derler.
Meselâ: O adam ilk günlerde mütevazi, âlicenap, feragat ve mahviyetkâr, hulâsa; bütün ahlâk ve fazilet bakımından cidden örnek olan gayet temiz ve son derecede mümtaz bir şahsiyetti. Bakalım, cihadında muzaffer olup hislerde, emellerde, gönüllerde yer tuttuktan sonra yine o eski temiz ve örnek halinde kalabilmiş mi? Yoksa, zafer neş'esiyle birçok büyük sanılan kimseler gibi, yere göğe sığmaz mı olmuş?
İşte büyük küçük herhangi bir davâ ve gaye sahibinin mahiyet ve hakikatını, şahsiyet ve hüviyetini en hakikî çehresiyle aksettirecek olan en berrak ayna budur.
Tarih boyunca, bu müthiş imtihanı kazanmanın şaheser misalini, evvelâ Peygamberler ve bilhassa Sultan-ül Enbiya Sallâllahu Aleyhi Vesellem Efendimiz, sonra Onun Halife ve Sahabeleri ve daha sonra onların nurlu yolunda yürüyen büyük zatlar vermişlerdir.
* * *
--- sh:»(T:8) ¯ -----------------------------------------------------------------------------------------------
Peygamber Efendimiz, şu ¬š@«[¬A²9«ž²!ö­^«$«*«:ö­š@«W«V­Q²7«!öyâni: "Âlimler, Peygamberlerin varisleridirler" Hadîs-i Şerifleriyle âlim olmanın pek kolay bir şey olmadığını, i'cazkâr belâgatleri ile beyan buyuruyorlar.
Zira mademki bir âlim, Peygamberlerin varisidir, o halde, hak ve hakikatın tebliğ ve neşri hususunda, aynen onların tutmuş oldukları yolu takip etmesi lâzımdır. Her ne kadar bu yol; bütün dağ, taş, çamur, çakıl, uçurum, daha beteri tâkip, tevkif, muhâkeme, hapis, zindan, sürgün, tecrid, zehirlenme, îdam sehpaları ve daha akıl ve hayale gelmiyen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa...
İşte Bediüzzaman; yarım asırdan fazla o mukaddes cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yürüyen ve karşısına çıkan binlerle engeli bir yıldırım sür'ati ile aşan ve Peygamberlerin vârisi olan bir âlim olduğunu amelî bir surette isbat eden bir zattır.
Kendisinin; ilmî, ahlâkî, edebî, birçok fazilet ve meziyetleri arasında beni en çok meftun eden şey; onun o, dağlardan daha sağlam, denizlerden daha derin, semalardan daha yüksek ve geniş olan imanıdır.
Rabbim, o ne muazzam iman! O ne bitmez ve tükenmez sabır! O ne çelikten irade! Hayal ve hatıralara ürpermeler veren bunca tazyik, tehdid, tazib ve işkencelere rağmen; o ne eğilmez baş, ne boğulmaz ses ve nasıl kısılmaz nefestir!
Büyük İkbal'in heyecanlı şiirlerinden aldığım coşkun bir ilham neş'esi ile vaktiyle yazdığım "Mücahid" ünvanını taşıyan bir manzumede, aşağıdaki mısraları okuyanlardan, belki şâirane bir mübalâğada bulunduğumu söyliyenler olmuştur.
Lâkin şu mukaddemesini yazmakla şeref duyduğum şaheseri okuyanlar, vecdle dolu bir hayranlıkla anlayacaklar ki, Allahın ne kulları varmış. Eğer bir iman, kemalini bulursa, neler yapar ve ne harikalar doğururmuş..
Bir azm, eğer iman dolu bir kalbe girerse,
İnsan da, o imandaki son sırra ererse,
En azgın ölümler ona zincir vuramazlar...
Volkan gibi coşkun akıyor durduramazlar...
Rabbimden iner azmine kuvvet veren ilham...
--- sh:»(T:9) ¯ -----------------------------------------------------------------------------------------------
Peygamberi rü'yada görür belki her akşam...
Hep nur onun iman dolu kalbindeki mihrab,
Kandil olamaz ufkuna dünyadaki mehtab...
Kar, kış demez, irkilmez, üzülmez, acı duymaz...
Mevsim, bütün ömrünce ılık gölgeli bir yaz...
Cennetteki âlemleri dünyada görür de,
Mahvolsa eğilmez sıra dağlar gibi derde...
En sarp uçurumlar gelip etrafını sarsa,
Ay batsa, güneş sönse, ufuklar da kararsa,
Gökler yıkılıp çökse, yolundan yine dönmez!
Ruhundaki imanla yanan meş'ale sönmez!..
Kalbinde yanardağ gibi, iman ne mukaddes!
Vicdanına her an şunu haykırmada bir ses:
Ey yolcu! Şafaklar sökecek durma, ilerle.
Zulmetlere kan ağlatacak meş'alelerle...
Yıldızlara bas, çık yüce âlemlere yüksel!
İnsanlığı kurtarmaya Cennetten inen el!..
Sanki bu mısralar iman kahramanı büyük mücahid Bediüzzaman Hazretleri için yazılmış. Zira bu yüksek sıfatlar, hep onun sıfatlarıdır. Cenab-ı Hak şu Âyet-i Kerimede bakınız mücahidlere neler vâdediyor:
«w[¬X¬,²E­W²7!ö«p«W«7ö«yÁV7!öÅ–¬!«:ö@«X«V­A­,ö²v­ZÅX«<¬G²Z«X«7ö@«X[¬4ö!:­G«;@«%ö«w<¬HÅ7!«:
Meâl-i şerifi: "Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz. Ve hiç şüphe yok ki, Allah muhsinlerle -Allah'ı görür gibi ibadet eden mücahitlerle- beraberdir."
Demek ki, iman ve Kur'an uğrunda, candan ve cihandan geçen mücahitlere, büyük Allah, hakikat ve hidayet yollarını göstereceğini vaad buyuruyor. Hâşa, Cenab-ı Hak va'dinde hulfetmez.. yeter ki, bu azim va'd-i İlâhîyi icab ettirecek şartlar tahakkuk etsin.
Bu Âyet-i Kerime, "Üstad" ın karakter ve şahsiyetini tahlil hususunda bize nurdan bir rehber oluyor; ve o nurun billûr ışığı altında artık en ince çizgileri ve en hassas noktaları görüp sezebiliyoruz. Zira, mademki bir insan Cenab-ı Hakkın hıfz ve himayesinde bulunmak nimetine mazhar olmuştur; artık onun için korku, endişe, üzüntü, yılma, usanma vesaire gibi şeyler bahis mevzuu olamaz.
Allahın nuru ile nurlanan bir gönlün semasını hangi bulutlar kaplayabilir? Her an huzur-u İlâhîde bulunmak bahtiyarlığına eren
--- sh:»(T:10) ¯ ----------------------------------------------------------------------------------------------
bir kulun ruhunu, hangi fâni emel ve arzular, hangi zavallı teveccüh ve iltifatlar ve hangi pespâye gaye ve ihtiraslar tatmin, teskin ve teselli edebilir?
Allahtır onun yârı, mürebbîsi, velisi;
Andıkça bütün nur oluyor duygusu, hissi!
Yükselmededir mârifet iklimine her an,
Bambaşka ufuklar açıyor ruhuna Kur'an...
"Kur'an" ona yâdettiriyor "Bezm-i Elest" i.
Âşık, o tecellinin ezelden beri mesti...
İşte Bediüzzaman, böyle harikalar harikası bir inayete mazhar olan mübarek bir şahsiyettir. Ve bunun içindir ki, zindanlar ona bir gülistan olmuş; oradan ebediyetlerin nurlu ufuklarını görür. İdam sehpaları, birer va'z ve irşad kürsüsüdür. Oradan insanlığa ulvî bir gaye uğrunda sabır ve sebat, metanet ve celâdet dersleri verir. Hapishaneler birer Medrese-i Yusufiyyeye inkılâb eder. Oraya girerken, bir profesörün üniversiteye ders vermek için girdiği gibi girer. Zira oradakiler, onun feyz ve irşadına muhtaç olan talebeleridir. Hergün birkaç vatandaşın imanını kurtarmak ve cânileri melek gibi bir insan haline getirmek, onun için dünyalara değişilmez bir saadettir.
Böyle bir yüksek iman ve ihlâs şuuruna malik olan insan, hiç şüphesiz ki, zaman ve mekân mefhumlarının fâniler üzerinde bıraktığı yaldızlı tesirleri kesif madde âleminde bırakarak; ruhu ile mâneviyat âleminin pırıl pırıl nurlar saçan ufuklarına yükselmiş bir haldedir.
Büyük mutasavvıfların (R.A.) Fenafillâh, Bekabillah diye tarif ve tavsif buyurdukları yüksek mertebe, işte bu kudsî şerefe nail olmaktır.
Evet; her mü'minin kendine mahsus bir huzur, huşu', tefeyyüz, tecerrüd ve istiğrak hali vardır. Ve herkes; iman ve irfanı, salâh ve takvâsı, feyiz ve mâneviyatı nisbetinde bu İlâhî hazdan feyizyâb olabilir. Lâkin bu güzel hal, bu tatlı visâl ve bu emsalsiz haz; geçen Âyet-i Kerîmedeki ihsan erbabı olan o büyük Mücahidlerde her zaman devam ediyor. Ve işte onlar bu sebebden dolayıdır ki, mevlâyı unutmak gafletine düşmüyorlar. Nefisleri ile, arslanlar gibi bütün ömürleri boyunca çarpışıyorlar. Ve hayatlarının her lâhzası,
--- sh:»(T:11) ¯ ----------------------------------------------------------------------------------------------
en yüksek terakki ve tekâmül hâtıraları kaydediyor. Ve bütün varlıkları; o cemâl, kemâl ve celâl sıfatları ile muttasıf olan Rabb-ül-Âlemîn'in rızasında erimiş bulunuyorlar.
Mevlâ, bizleri de o bahtiyarlar zümresine ilhak eylesin, âmin.
* * *
Yukarıdaki sahifelerde, büyük Üstadın, dostlarını meftun ve hayran ettiği kadar da düşmanlarını dehşetler içerisinde bırakan azametli îmânından bahsettik. Biraz da mümtaz şahsiyeti, nurdan bir hâle halinde sarmakta olan üstün meziyetlerinden, ahlâk ve kemalâtından bahsedelim.
Malûm ya, her şahsiyeti, muhtelif ve muayyen meziyetler çerçeveler. Binaenaleyh, Üstadın şahsiyetini tekvin eden başlıca sıfatlar şunlardır:
Feragatı:
Bir dâva sahibinin ve bilhassa ıslahatçının muvaffakıyet şartlarının en mühimmi feragattır. Zira gözler ve gönüller, bu mühim noktayı en ince bir hassasiyetle tetkik ve takibe meyyaldirler. Üstadın bütün hayatı ise, baştanbaşa feragatın şaheser misalleri ile dolup taşmaktadır.
Allâme Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi merhumdan, feragate ait şöyle bir söz işitmiştim: "İslâm, bugün öyle mücahitler ister ki, dünyasını değil, âhiretini dahi feda etmeye hazır olacak."
Büyük adamdan sâdır olan bu büyük sözü tamamen kavrayamadığım için, mutasavvıfların istiğrak hallerinde söyledikleri esrarlı sözlere benzeterek, herkese söylememiş ve olur olmaz yerlerde de açmamıştım.
Vaktâki aynı sözü Bediüzzaman'ın ateşler saçan heyecanlı ifadelerinde de okuyunca anladım ki, büyüklere göre feragatin ölçüsü de büyüyor... Evet; İslâm için bu kadar acıklı bir feragate katlanmaya razı olan mücahitleri, Erhamürrâhimîn olan Allah-u Zülkerîm Taalâ ve Takaddes Hazretleri bırakır mı? O fedaî kulunu lûtuf ve kereminden, inayet ve merhametinden mahrum etmek şânına hâşâ - yakışır mı?
--- sh:»(T:12) ¯ ----------------------------------------------------------------------------------------------
İşte Bediüzzaman, bu müstesna tecellinin en parlak misalidir. Bütün ömrü boyunca mücerred yaşadı. Dünyanın bütün meşru lezzetlerinden tamamen mahrum kaldı. Bir yuva kurmak ve orada mes'ud bir aile hayatı geçirmek sevdasına düşmeye vakit ve fırsat bulamadı. Fakat, Cenab-ı Hak, kendisine öyle şeyler ihsan etti ki, fâni kalemlerle tarif olunamıyacak kadar muazzam ve muhteşemdir.
Bugün, dünyada hangi bir aile reisi - mânen - Bediüzzaman Hazretleri kadar mes'uddur? Hangi bir baba, milyonlarla evlâda sahib olmuştur? Hem de nasıl evlâdlar!... Ve hangi bir üstad, bu kadar talebe yetiştirebilmiştir?
Bu kudsî ve ruhî rabıta - Biiznillâh-i Teâlâ - dünyalar durdukça duracak ve nurdan bir sel halinde ebediyetlere kadar akıp gidecektir. Çünki bu İlâhî dâvâ, Kur'an-ı Kerimin nur deryasında tebellür eden bir varlık olduğu gibi, Kur'andan doğmuş ve Kur'anla beraber yaşıyacaktır:..
Şefkat ve Merhameti:
Büyük üstad, hak ve hakikatı tâ çocukluğunda bulmuştu. Kalbinin feryadını ve ruhunun münâcâtını dinlemek için mağaralara kapandığı günlerde bile, ibadet ve taatten, tefekkür ve murakabelerden feyiz ve huzur almanın zevkine ermiş olan bir "Ârif-i Billâh" idi.
Lâkin; karanlık gece dalgalarını andıran korkunç küfür ve ilhad kâbusunun Müslüman Dünyasını ve dolayısiyle memleketimizi kaplamak üzere olduğu o tehlikeli günlerde, yatağından fırlayan bir arslan gibi, yanardağları andıran bir kükreyişle cihad meydanına atıldı. Bütün rahat ve huzurunu bu mukaddes dâvaya feda etti. Ve işte bu hikmete mebnidir ki; o gündenberi her sözü bir dilim lâv, her fikri bir ateş parçası olmuş. Düştüğü gönülleri yakıyor, hisleri, fikirleri alevlendiriyor...
Büyük Üstadın tam bir uzlet ve inzivadan sonra, tekrar irşad ve cemiyet hayatına atılması, aynen İmam-ı Gazalî'nin hayatında geçirmiş olduğu o mühim ve tarihî merhaleye benzemektedir.
Demek ki, Cenab-ı Hak, büyük mürşidleri böyle bir müddet inzivada terbiye, tasfiye ve tezkiye ettikten sonra tenvir ve irşad vazifesiyle mükellef kılıyor. Ve bu sebebledir ki, bir mâ-i mukattardan
--- sh:»(T:13) ¯ ----------------------------------------------------------------------------------------------
daha temiz ve berrak olan yüreklerinden kopup gelen nefesler, kalblere akseder etmez bambaşka tesirler icra ediyor...
Arzettiğim gibi, İmam-ı Gazalînin bundan dokuzyüz sene evvel ahlâk ve fazilet sahasında yapmış olduğu fütûhatı; bu asırda Bediüzzaman, iman ve ihlâs vâdisinde başarmıştır.
Evet; Hazret-i Üstadı bu müthiş cihad meydanlarına sevkeden, hep bu eşsiz şefkat ve merhameti olmuştur. Ve bunu bizzat kendisinden dinleyelim:
Bana: "Sen şuna buna niçin sataşdın?" diyorlar. Farkında değilim; karşımda müthiş bir yangın var.. alevleri göklere yükseliyor.. içinde evlâdım yanıyor.. imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise, bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler..."
İstiğnası:
Üstadın; hayatı boyunca cemiyetimizin her tabakasına vermekte olduğu binlerle istiğna örnekleri, dillere destan olmuş bir ulviyeti haizdir.
Mâsivadan tam mânasiyle istiğna ederek, uzvî ve ruhî bütün varlığı ile Rabbül-Âlemînin bitmez ve tükenmez hazinesine dayanmayı, müddet-i hayatında bir itiyat değil, âdeta bir mezheb, meşreb ve meslek olarak kabul etmiştir. Ve bunda da ne pahasına olursa olsun sebat eylemekte hâlâ devam etmektedir.
İşin orijinal tarafı: Bu meslek, kendi şahsına münhasır kalmamış, talebelerine de kudsî bir mefkûre halinde intikal etmiştir. Nur deryasında yıkanmak şerefine mazhar olan bir Nur Talebesinin istiğnasına hayran olmamak kabil değildir...
Bakınız, Üstad; Mektubat ünvanını taşıyan şaheserin İkinci Mektubunda, bu mühim noktayı altı vecih ile ne kadar asil bir iman ve irfan şuuru ile izah eder:
"Birincisi: Ehl-i dalâlet; ehl-i ilmi, ilmi, vasıta-i cer etmekle ittiham ediyorlar.. ilmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Binaenaleyh bunları fiilen tekzib lâzımdır.
--- sh:»(T:14) ¯ ----------------------------------------------------------------------------------------------
İkincisi: Neşr-i hak için, Enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz. Kur'an-ı Hakîmde hakkı neşredenler ¬yÁV7!ö]«V«2öÅž¬!ö«›¬h²%«!ö²–¬!ö¬yÁV7!ö]«V«2öÅž¬!ö«›¬h²%«!ö²–¬!ö diyerek, insanlardan istiğna göstermişler..."
İşte; Risale-i Nur Külliyatının mazhar olduğu İlâhî fütuhat, hep bu Enbiya mesleğinde sebat kahramanlığının şaheser misali ve harikulâde neticesidir. Ve bu sayede Üstad, izzet-i ilmiyesini, cihan - kıymet bir elmas gibi muhafaza eylemiştir.
Artık, herkesin uğrunda esir olduğu maaş, rütbe, servet ve daha nice bin şahsî ve maddî menfaatlerle asla alâkası olmayan bir insan, nasıl olur da gönüller fâtihi olmaz? İmanlı gönüller, nasıl onun feyiz ve nuru ile dolmaz?
İktisatçılığı:
İktisad, bundan evvel bahsettiğimiz "İstiğna" nın tefsir ve izahından başka bir şey değildir. Zaten iktisad sarayına girebilmek için, evvelâ istiğna denilen kapıdan girmek lâzımdır. Bu sebeple iktisadla istiğna, lâzımla melzûm kabilindendir.
Üstad gibi; istiğna hususunda Peygamberleri kendine örnek kabul eden bir mücahidin iktisatçılığı kendiliğinden husule gelecek kadar tabiî bir haslet halini alır ve artık ona günde bir tas çorba, bir bardak su ve bir parça ekmek kâfi gelebilir. Zira bu büyük insan; büyük ve munsif Fransız şairi Lâmartin'in dediği gibi: "Yemek için yaşamıyor, belki yaşamak için yiyor."
Üstadın meşreb ve mesleğini tamamen anladıktan sonra, artık onun yüksek iktisadçılığını böyle yemek içmek gibi basit şeylerle mukayese etmeyi çok görüyorum. Zira, bu büyük insanın yüksek iktisadçılığını mânevî sahalarda tatbik etmek ve maddî olmıyan ölçülerle ölçmek lâzım gelir.
Meselâ: Üstad, bu yüksek iktisadçılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil; bilâkis fikir, zihin, istidad, kabiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi mânevî ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesi ile ölçen bir dâhîdir. Ve bütün ömrü boyunca bir karakter halinde takip ettiği bu titiz muhasebe
--- sh:»(T:15) ¯ ----------------------------------------------------------------------------------------------
ve murakabe usulünü, bütün talebelerine de telkin etmiştir. Binaenaleyh bir Nur Talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay bir şey değildir. Zira, onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu "Dikkat!" kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir.
İşte Bediüzzaman, kudretli bir ıslahatçı ve harikalar harikası bir "Pedagog" - Mürebbî - olduğunu, yetiştirdiği tertemiz nesille fiilen isbat etmiş ve iktisad tarihine nurdan pırıltılarla yazılan bir atlas sahife daha ilâve eden bir nâdire-i fıtrattır.
Tevazuu ve Mahviyetkârlığı:
Nur Risalelerinin bu kadar harikulâde bir şekilde cihana yayılmasında, bu iki hasletin çok faydası olmuş ve pek derin tesirleri görülmüştür.
Çünki, Üstad; sohbet ve te'liflerinde kendine bir "Kutbül-Arifîn" ve bir "Gavsül-Vâsılîn" süsü vermediği için, gönüller ona pek çabuk ısınmış, onu tertemiz bir samimiyetle sevmiş ve derhal ulvî gayesini benimsemiştir.
Meselâ: Ahlâk ve fazilete, hikmet ve ibrete ait olan birçok sohbet ve telkinlerini, doğrudan doğruya nefsine tevcih eder. Keskin ve ateşîn hitabelerinin ilk ve yegâne muhatabı öz nefsidir. Oradan - merkezden muhite yayılırcasına - bütün nur ve sürura, saadet ve huzura müştak olan gönüllere yayılır.
Üstad, hususî hayatında gayet halim - selim ve son derece mütevazidir. Bir ferdi değil, hiçbir zerreyi incitmemek için âzamî fedakârlıklar gösterir. Sayısız zahmet ve meşakkatlere, ızdırâb ve mahrumiyetlere katlanır... Fakat imanına, Kur'anına dokunulmamak şartiyle...
Artık o zaman bakmışsınız ki; o sâkin deniz, dalgaları semalara yükselen bir tufan, sahillere heybet ve dehşet saçan bir umman kesilmiştir. Çünki O, Kur'an-ı Kerimin sâdık hizmetkârı ve iman hudutlarını bekliyen kahraman ve fedaî bir neferidir. Kendisi bu hakikatı veciz bir cümle ile şu şekilde ifade eder: "Bir nefer nöbette iken, başkumandan da gelse, silâhını bırakmıyacak. Ben de, Kur'anın bir hizmetkârı ve bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma
--- sh:»(T:16) ¯ ----------------------------------------------------------------------------------------------
kim çıkarsa çıksın, hak budur derim, başımı eğmem..."
Vazife başında ve cihad meydanında iken şu mısralar, lisan-ı hâlidir:
Şahlanan bir ata benzer, kırarım kanlı gemi,
Sinsi düşmanlara, haşa, satamam benliğimi...
Benliğimden uzak olmaktır esaret bence,
Böyle bir zillete düşmek ne hazin işkence...
Ebedi vuslatın aşkiyle geçer her ânım...
Dest-i kudretle yapılmış kaledir îmanım,
Bu mukaddes emelimden ne kadar dilşâdım.
Görmek ister beni cennette şehid ecdadım...
Ruhum oldukça müebbed, ebedidir ömrüm,
En büyük vuslata Allaha çıkan yoldur ölüm.
* * *
Kitaba girmezden evvel, Üstadı; ilmî, fikrî, tasavvufî ve edebî cepheleri ile de mütalâa etmek isterdim... Fakat çok derin ve pek Şümullü olan bu mevzuların birkaç sahife ile hulâsa edilemiyeceğini kat'î bir surette idrak ettikten sonra; artık, adı geçen mevzulara birkaç cümle ile temas etmeyi münasip gördüm.
Rabbim imkânlar lûtfederse, bu derin mevzuları, Risale-i Nur Külliyatı ve Nur Talebeleri ile birlikte, büyük ve müstakil bir eserle, tahlilî bir surette tetkik ve mütalâa etmeyi bütün ruhumla arzu ediyorum. Bu hususta, büyük Üstadımızın ve aziz kardeşlerimin kıymetli dualarını niyaz eylerim!
Üstadın ilmî cephesi:
Merhum Ziya Paşa, Şu:
Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz,
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.
beyti ile, nesilden nesile bir düstur halinde intikal edecek olan çok büyük bir hakikatı ifade etmiştir.
Evet, Müslüman ırkımıza "Risale-i Nur Külliyatı" gibi muazzam bir iman ve irfan kütüphanesini hediye eden, gönüller üzerinde, mukaddes bir nur müessesesi kuran mümtaz ve müstesna zâtın kudret-i ilmiyesi hakkında tafsilâta girişmek, öğle vakti, güneşi
--- sh:»(T:17) ¯ ----------------------------------------------------------------------------------------------
tarif etmek kadar fuzulî bir iştir.
Yalnız yanık bir şairimizin:
Hüsn olur kim, seyrederken ihtiyar elden gider.
dediği gibi, hayatının her lâhzasında İlâhî tecellilere mazhar bulunan bu mübarek zâtın; ilim ve irfanından, ahlâk ve kemalâtından bahsetmek, insana bambaşka bir zevk ve İlâhî bir haz veriyor. Bunun için sözü uzatmaktan kendimi alamıyorum.
Üstad; Risale-i Nur Külliyatı'nda; dinî, içtimaî, ahlâkî, edebî, hukukî, felsefî ve tasavvufî en mühim mevzulara temas etmiş ve hepsinde de hârikulâde bir surette muvaffak olmuştur.
İşin asıl hayret veren noktası; birçok ulemanın tehlikeli yollara saptıkları en çetin mevzuları, gayet açık bir şekilde ve en kat'î bir surette hallettiği gibi, en girdaplı derinliklerden, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin tuttuğu nurlu yolu takip ederek sâhil-i selâmete çıkmış ve eserlerini okuyanları da öylece çıkarmıştır.
Bu sebeple, Risale-i Nur Külliyatını aziz milletimizin her tabakasına kemal-i emniyet ve samimiyetle takdim etmekle şeref duyuyoruz. Nur Risaleleri, Kur'an-ı Kerimin nur deryasından alınan berrak katreler ve hidayet güneşinden süzülen billûr huzmelerdir. Binaenaleyh; her müslümana düşen en mukaddes vazife, imanı kurtaracak olan bu nurlu eserlerin yayılmasına çalışmaktır. Zira, tarihte pek çok defalar görülmüştür ki, bir eser; nice fertlerin, ailelerin, cemiyetlerin ve sayısız insan kitlelerinin hidayet ve saadetine sebep olmuştur... Ah! Ne bahtiyardır o insan ki, bir mü'min kardeşinin imanının kurtulmasına sebep olur!...
Üstadın Fikrî Cephesi:
Malûm ya; her mütefekkirin kendine mahsus bir tefekkür sistemi, fikrî hayatında takip ettiği bir gayesi ve bütün gönlü ile bağlandığı bir "İdeal" i vardır. Ve onun tefekkür sisteminden, gaye ve idealinden bahsetmek için uzun mukaddemeler serdedilir. Fakat Bediüzzamanın tefekkür sistemi, gaye ve ideali, uzun mukaddemelerle filân yorulmaksızın bir cümle ile hülâsa edilebilir:
Bütün Semavî kitapların ve bilûmum Peygamberlerin yegâne dâvaları olan "Hâlık-ı Kâinatın Ulûhiyet ve Vahdaniyetini ilân" ve
--- sh:»(T:18) ¯ ----------------------------------------------------------------------------------------------
bu büyük dâvayı da, ilmî, mantıkî ve felsefî delillerle isbat eylemektir.
– O halde Üstad'ın mantık, felsefe ve müsbet ilimlerle de alâkası var?
– Evet, mantık ve felsefe, Kur'anla barışıp hak ve hakikate hizmet ettikleri müddetçe Üstad en büyük mantıkçı ve en kudretli bir feylesoftur. Mukaddes ve cihanşümul dâvasını isbat vâdisinde kullandığı en parlak delilleri ve en kat'î bürhanları, Kur'an-ı Kerimin "Allah kelâmı olduğu" nu her gün bir kat daha isbat ve ilân eden "Müsbet ilim" dir.
Zaten felsefe, aslında hikmet mânasına geldikçe, Vacibül-Vücud Taalâ ve Takaddes Hazretlerini, Zât-ı Bâri'sine lâyık sıfatlarla isbata çalışan her eser en büyük hikmet ve o eserin sahibi de en büyük hakîmdir.
İşte Üstad; böyle ilmî bir yolu, yâni Kur'an-ı Kerimin nurlu yolunu tâkip ettiği için, binlerle üniversitelinin îmanını kurtarmak şerefine mazhar olmuştur. Hazretin, bu hususta hâiz olduğu ilmî, edebî ve felsefî daha pek çok meziyetleri vardır. Fakat onları, eserlerinden misaller getirerek inşâallah müstakil bir eserde arzetmek emelindeyim. Ve minallahittevfik.
Tasavvuf Cephesi:
Nakşibendî meşâyihinden, her harekâtını Peygamber-i Zîşan Efendimiz Hazretlerinin harekâtına tatbik etmeye çalışan ve büyük bir âlim olan bir zâta sordum:
– Efendi Hazretleri, ulema ile mutasavvife arasındaki gerginliğin sebebi nedir?
– Ulema, Resul-ü Ekrem Efendimizin ilmine, mutasavvıflar da ameline vâris olmuşlar. İşte bu sebebden dolayıdır ki, Fahr-i Cihan Efendimizin hem ilmine ve hem ameline vâris olan bir zâta "Zülcenaheyn", yâni "İki kanadlı" deniliyor... Binaenaleyh, tarikattan maksad, ruhsatlarla değil, azîmetlerle amel edip ahlâk-ı Peygamberî ile ahlâklanarak bütün mânevî hastalıklardan temizlenip Cenab-ı Hakkın rızasında fani olmaktır. İşte bu ulvî dereceyi kazanan kimseler, şüphesiz ki ehl-i hakikattırlar. Yâni, tarikattan maksud ve
--- sh:»(T:19) ¯ ----------------------------------------------------------------------------------------------
matlub olan gayeye ermişler demektir. Fakat bu yüksek mertebeyi kazanmak, her adama müyesser olamıyacağı için, büyüklerimiz matlub olan hedefe kolaylıkla erebilmek için, muayyen kaideler vaz'eylemişlerdir. Hülâsa; tarikat, şeriat dairesinin içinde bir dairedir. Tarikatten düşen şeriata düşer, fakat - maazallah - şeriatten düşen ebedî hüsranda kalır.
Bu büyük zatın beyanatına göre, Bediüzzamanın açtığı nur yolu ile, hakikî ve şâibesiz tasavvuf arasında cevherî hiçbir ihtilâf yoktur. Her ikisi de Rıza-yı Bârîye ve binnetice Cennet-i âlâya ve dîdar-ı Mevlâya götüren yollardır.
Binaenaleyh; bu asîl gayeyi istihdaf eden herhangi mutasavvıf bir kardeşimizin, Risale-i Nur Külliyatını seve seve okumasına hiçbir mani kalmadığı gibi, bilâkis, Risale-i Nur; tasavvuftaki "Murakabe" dairesini, Kur'an-ı Kerim yolu ile genişleterek, ona bir de tefekkür vazifesini en mühim bir vird olarak ilâve etmiştir.
Evet; insanın gözüne gönlüne bambaşka ufuklar açan bu "Tefekkür" sebebiyle sadece kalbinin mürakabesi ile meşgul olan bir sâlik, kalbi ve bütün letâifi ile birlikte zerrelerden kürelere kadar bütün kâinatı azamet ve ihtişamı ile seyir ve temaşa, murakabe ve müşahede ederek, Cenab-ı Hakkın o âlemlerde binbir şekilde tecelli etmekte olan Esmâ-i Hüsnâsını, sıfat-ı ulyâsını kemal-i vecd ile görerek, artık sonsuz bir mâbedde olduğunu aynelyakîn, ilmelyakîn ve hakkalyakîn derecesinde hisseder. Çünki içine girdiği "Mabed" öyle ulu bir mabeddir ki; milyarlara sığmayan cemaatin hepsi aşk ve şevk, huşû ve istiğraklar içinde Hâlikını zikrediyor. Yanık, tatlı ve güzel lisanları, şive, nâme, ahenk ve besteleri ile bir ağızdan: ­h«A²6«!ö­yÁV7!«:ö­yÁV7!öÅž¬!ö«y´7¬!ö«ž«:ö¬yÁV¬7ö­G²W«E²7!«:ö¬yÁV7!ö«–@«E²A­,ödiyorlar.
Risale-i Nurun açtığı iman ve irfan ve Kur'an yolunu takib eden, işte böyle muazzam ve muhteşem bir mabede girer. Ve herkes de iman ve irfanı, feyiz ve ihlâsı nisbetinde feyizyâb olur.
Edebî Cephesi:
Eskidenberi; lâfz ve mâna, uslûb ve muhteva bakımından, edibler ve şairler, mütefekkirler ve âlimler ikiye ayrılmışlardır. Bunlardan
--- sh:»(T:20) ¯ ----------------------------------------------------------------------------------------------
bazıları, sadece uslûb ve ifadeye, vezin ve kafiyeye kıymet vererek, mânayı ifadeye feda etmişlerdir. Ve bu hal de kendini ençok şiirde gösterir.
Diğer zümre ise; en çok mâna ve muhtevaya ehemmiyet vererek özü söze kurban etmemişlerdir.
Artık Bediüzzaman gibi büyük bir mütefekkirin edebî cephesi bu küçük mukaddeme ile kolayca anlaşılır sanırım. Zira üstad o kıymetli ve bereketli ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzim ve tertibi ile değil, bilâkis kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, iman şuurunun, ahlâk ve fazilet mefhumunun asırlara, nesillere telkini ile meşgul olan bir dâhîdir. Artık bu kadar ulvî bir gayenin tahakkuku için candan ve cihandan geçen bir "mücahid", pek tabiidir ki, fani şekillerle meşgul olamaz.
Bununla beraber, Üstad zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından harikulâde denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi hâizdir. Ve bu sebeple, üslûb ve ifadesi, mevzua göre değişir. Meselâ: İlmî ve felsefî mevzularda mantıkî ve riyazî delillerle aklı ikna ederken, gayet veciz terkipler kullanır. Fakat gönlü mestedip, ruhu yükselteceği anlarda ifade o kadar berraklaşır ki tarif edilemez. Meselâ: Semalardan, güneşlerden, yıldızlardan. mehtablardan ve bilhassa bahar âleminden ve Cenab-ı Hakkın o âlemlerde tecelli etmekte olan kudret ve azametini tasvir ederken, üslûb o kadar lâtif bir şekil alır ki; artık her teşbih, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır.. ve her tasvir, harikalar harikası bir âlemi canlandırır.
İşte bu hikmete mebnidir ki, bir Nur Talebesi "Risale-i Nur Külliyatı" nı mütalâası ile - üniversitenin herhangi bir fakültesine mensub da olsa - hissen, fikren, ruhen, vicdanen ve hayalen tam mânasiyle tatmin edilmiş oluyor.
Nasıl tatmin edilmez ki, "Risale-i Nur Külliyatı", Kur'an-ı Kerimin cihanşümul bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh, O'nda, o mübarek ve İlâhî bahçenin nuru, havası, ziyası ve kokusu vardır...
Ruhun bu ihtiyacını söyler akan sular,
Kur'âna her zaman beşerin ihtiyacı var...
Ali Ulvi KURUCU
--- sh:»(T:21) ¯

Hiç yorum yok: